Ana içeriğe atla

Annemin annesi ve benim annem

Az önce savaş konulu bir Amerikan dizisinin son bölümünü bitirdim. Savaşın ne olduğu, ne olmadığı konusu bir tarafa, ilginç şekilde bir sahneden çok etkilendim. Pasifik'te savaşmış ve sağ bir şekilde memlekete ulaşmış bir askerin ailesiyle karşılaşma sahnesi. Filmin kahramanlarının birbir eve dönüş hikayeleri betimlenirken içlerinden bir bu beni etkiledi. Arkada bangır bangır çalan Amerikan ulusal marşına benzeyen müziğe rağmen, Steven Speilberg'in buram buram milliyetçilik soslu yapımcılığına rağmen, askerin tavırları ve karşılaşma anı beni duygulandırdı.
Hep anlatmak istediğim şeyler vardı anlatamadığım. Hep söylemek istediğim sözler vardı söyleyemediğim. Burada, mütemadiyen bloğumu takip eden günlük ortalama 50 Amerikalı ziyaretçime, üç beş Alman, yanlışlıkla araya giren Rus ve serseri kurşun misali her seferinde farklı bir İP'den bağlanan Türkiyeli ziyaretçilerime anlatmak istiyorum artık. Ne de olsa çok anlaşılır olmayacak onlar açısından.
Askerimizi trenden inerken karşılayan çocukluk dostu, onu aracına bindirir ve eve kadar bırakır. Zengin mi zengin bir Amerikan ailesine ait olduğu her halinden anlaşılan bir malikanenin girişinde, er erken inip yürümek ister. Arkadaşı emin misin der ve hiç cevap vermeden eminim bakışı atarak iner er. Bu sahne anlamsız olmasın diye veriyorum ayrıntıyı, malikanenin bahçe girişi ile evin kapısı arasında en az iki apartmanlık mesafe vardır henüz. Arkadaşı da sessizce bir bakış atıp basar gider.
Erimiz sırtındaki çuvalıyla evin kapısına dayanır ve tam kapıyı çalmak üzereyken, habersiz girmek istemiş olacak ki anahtarıyla açıp öyle girer eve.
İçeri girdiğinde birinin bazı eşyalarla uğraştığının takırtısını duyar ve oraya doğru yönelir. Oradaki kişi annesidir. Er hiç sesini çıkarmadan annesinin ona dönmesini bekler. Bardakları vitrine yerleştirmekle uğraşan üzgün suratlı anne, oğlunu ancak, arkası ere dönük olacak şekilde, vitrinin kapısını kapatıp, camdaki görüntüsüyle kavuştuktan sonra farkeder. Buruk, üzgün, ağlamaklı, gururlu ve mutlu haliyle oğluna sarılır anne. O kadar ilginç bir andır ki; kadın, muhteşem bir oyunculuk sergileyerek tüm bu duyguları aynı anda verebilmiştir. Benzer şekilde erimiz de vermiştir karmaşık duygularını. O sarılma anında ömrüm boyunca anlayamayacağımı hissettiğim bir duygusallık kapladı göğsümü.
Ne olduysa işte o siktiğim sahnesinde oldu. Hasret çeken kaygılı bir anneyle, her gün ölümden dönmüş fakat yine de hayatta bir türlü kalabilmiş oğulun karşılaşmasıydı nihayetinde. Fakat o sımsıcak sarılışlaydı benim derdim. Her zaman da dert olmuştur bana o tür sahneler. Kimi gün bir arkadaşımın kavuşuşuna şahit olurken, kimi gün saçma sapan Hollywood filmlerinde, kimi gün ise okuduğum kitapların ve öykülerin yapraklarında çıkar karşıma bu sahneler.
Anlatamadığım şeyler vardı, evet. Hayatımın sonuna kadar seveceğim ve muazzam bir saygı göstereceğim annemdi benim problemim. Annemle hiç bir sarılmam böyle geçmemişti.
Küçük yaşta ayrı düşmemizin yarattığı kocaman bir boşluk vardı aramızda. O farklı bir dünyaya, bilerek, isteyerek ve acı duyarak göndermişti beni. Hayatı boyunca yaptığı belki de en büyük fedakarlığı çocuklarından üçünü çocuk yuvasına vermek olan bu yüce gönüllü kadın, her ne kadar bizim geleceğimizi bir anlamıyla garanti altına aldıysa da, sonradan öğrendiklerime göre aralıksız beş yıl boyunca her gün ağlamıştı. Her gün ağlayan, bize hasret duyup, öte yandan kendine kızan ve küsen kadın, gerçeklerle haşır neşir olmak için, -koca beş yılın- gözyaşları içinde geçmesini beklemek zorunda kalmıştı. İçinde kocaman bir yara oluşturan bu fedakarlık annemin yüzüne de yansımış ve anlamsız bir surat ifadesine büründürmüştü onu.
Evet, kimseye söyleyemediğim sözlerden bahsedecektim. Bizim üzerimizde ise ne yaparsak yapalım, ne yaşarsak yaşayalım kazıyamayacağımız, her zaman yanıbaşımızda hissedeceğimiz bir boşluk yaratmıştı bu durum. Diğer kardeşlerimi bir kenara bırakacak olursak, ben bunu her zaman hissettim.
Hiç bir zaman iyi bir diyaloğumuz olmadı sonrasında. Ben de filmdeki o er ve annesi gibi, bakışlarla anlaşabilmek isterdim saygı abidemle. Ben de onun ruh halini bir harekette yakalamak isterdim. Yaşayamadıklarımın eksikliğini keşke hiç hissettirmeseydi hayat.
Örneğin annemin, saç uzattığım için benimle kavga etmesini beklerdim tuhaf şekilde. Muhafazakar ve samimi bir dindarlık içerisinde yaşayan bu kadının, hiç onay vermemesine rağmen -belki de beni müdahale edeceği bir oğlu olarak değerlendirmediğinden olsa gerek- sadece 'kızım gelmiş' diyerek, ürkek bir tepki vermesini değil de, mesela 'bu ne kadınlar gibi saç uzatmışsın!' diyerek, kendi değer yargılarıyla bana sataşmasını ve kızmasını beklerdim. Veyahut, her eve gidişimde, candan bir şekilde sarılmasına ve özlemini tüm samimiyetiyle yansıtmasına rağmen, karşılaşmayı daha anlamlı kılacak, -önceden gelen bir iletişim birikiminin verdiği itkiden ötürü- bakışlar atmasını beklerdim. Hiç ses etmeden onun ne demek istediğini anlamak isterdim. Onun tarafından bu kadar uzaktan değil de, tam içinden, en yakınından sevilmek isterdim.
Yanlış anlamayın sevgili Amerikalı okurlarım, anneme bir hasetlik filan duymuyorum. O hayatımda en değerli varlığımdır benim. Aksine onun da duygularına tercüman olduğumu düşünüyorum.
Dün yine aradım. Annesi vefat etmişti. Anneannem oluyor yani. Kendisini bir kere bile görmedim ve o yüzden açıkçası annemin ruh halini düşünmekten fazla ilgilendirmedi beni bu durum. Lakin olayın ayrıntılarını öğrenince anneme o bakışı atmak istedim.
Yaklaşık üç ay önce aile ziyaretleri gerçekleştiren gezgin annem, annesinin köyüne de uğrar. Annesi ise yaşının da verdiği hastalıktan ötürü tanıyamaz kendisini. Annem eve döndüğünde bunun acısıyla rahat duramaz. Ve ardından ölüm haberi gelir anneannemin.
Aradım annemi dün. Konuştuk. Van'a varmış. Cenaze işleriyle uğraşıyormuş. Sesi o kadar kırılgan, o kadar naif geliyordu ki o hırslı, kavgacı güçlü kadından geriye adeta hiçbirşey kalmamıştı.
Ben çok iyi Kürtçe bilmediğim için her telefonlaşmamızda ilk cümlelerimiz Kürtçe, devamı Türkçe seyrederdi. Kulağı da çok iyi duymadığından ve Türkçeyi çok iyi anlayamadığından, bir iki şakalaşıp hal hatır sorup kapatırdık telefonu. Bu seferki bambaşkaydı. Onu hiç böyle duymamıştım. Diyaloğumuz üç aşağı beş yukarı şöyle gerçekleşti:
"Çavani daye, başi?"
"Başım daye qurban, tu çani?" dedi ve ses telleri titremeye başladı. Sonrasında ise derin bir sessizlik kapladı dakikaları. Ağladı... Yanında olup onun bildiği dilden onu sevmek isterdim. Eminim ki o da isterdi.
Fazla duygusal ve uzun bir yazı oldu, farkındayım. Üstelik artık cümlelerimi daha uzun yazmaya başladığımı da farkettim. Sigarayı da iki pakete çıkarttım. Yemeklerimi iyice seyrelttim. Sabah yarım simit, ki hiç bir zaman kalan yarısı bitmez, öğlenleri işyerinin yemekhanesinde yemekten başka da birşey yemiyorum. Yine de siz Amerikalıların bunu pek de önemseyeceğini zannetmiyorum. Bundandır bu rahatlığım.
Tüm yazının özetini de bu cümle verecek sanırım.
"Oğlum neden yemek yemiyorsun? Bitir şunları yoksa arkandan ağlar, ağlamazsa ben seni ağlatırım!" diye kızıp bağıracak bir iki, ardından yanıma gelip moralimi düzeltmeye çalışacak yaptığı şaklabanlıklarla, baktı oluru yok, oturup başımı okşayarak sorunlarımı dinleyecek denli güçlü iletişimimin olduğu bir annem ol isterdim!
Bunun eksikliğini sen de benim kadar hissediyorsun bilirim. Biraz da "böyle oldu artık" demekten çıkar yol yok, bunu da bilirim. O er yerine ben, o kadın yerine de sen olsaydın keşke.
Haa bu arada, gözündeki çapağına kurban olurum ben, sil yaşlarını sen yine de. Başın sağ olsun diyeceğim ama sanırım seni en çok üzen şey annenin ölmeden seni tanımamasıydı. Buna çare bulunmaz ama yine de sıkma canını annem, sen yeterince destekledin ve yanında oldun annenin. Aranızda çok sıkı bir ilişki ve çok sağlam bir dostluk vardı. Seni hatırlamamasının hastalıktan başka açıklaması bilimsel olarak da yok, sizin ilişkiniz açısından da olamaz. Size gıpta ile bakıyorum... Yine de başın sağolsun annem... Başımız sağ olsun...


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğum günü şeysi - 3 Temmuz

Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet. Yemeğini yedi. Çocukları azarladı. Karısı da payını aldı bundan. Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi. Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının. *** Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur p...

Gecenin gözü

Gecenin gözü gördü, Çıkıp konuşsa, anlatsa her şeyi Senin hakkını sana, Benim hakkımı bana... Duvarlar bile daralıyordu, Sen ağlayınca. Bak şimdi nasıl da görünüyor Gökyüzü ferah ferah. Yıldızların altında gibi açık göğümüz. Koyun koyuna... Sıcacık...

Yetişkin eğitiminden yaşam boyu öğrenmeye geçiş - Bir eğitim makalesi

Eğitim, öğrenmenin sistematikleştirilmiş halidir. Öğrenmeye göre çok daha dar bir kavram olan eğitim kavramı daha gelişkin mekanizmaların kurulabilmesi için daha gelişkin bireylere ihtiyaç duyulmasından kaynaklı ortaya çıkmış bir kavramdır. İlk olarak Fransız sanayi devrimiyle somut düzlemde ele alınmaya başlanan bu gerçeklik kendisini fabrikalarda makineyi kullanmayı bilen eleman ihtiyacında göstermiştir. Makine kullanımının ve iş yönteminin öğretilmesinde karşılaşılan zorluklar, tarihin ilk burjuva devriminde öğretimi halk için sistematikleştiren yaklaşımı, yani eğitimi doğurmuştur. Sanayi devriminin öncelerinde bilgi aktarımlarını gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek adına kurulan çeşitli kurumlar(kiliseler, camiler, manastır ve medreseler vb.) faydacı özellik gütmemesinden dolayı modern eğitim kavramına tam olarak denk düşmemektedir. Bu surette eğitim; faydalar çerçevesinde sistematikleştirilmiş öğrenmelerdir diyebiliriz. Bu noktada eğitim kavramıyla yetişkin kelimeleri yan yan...