Ana içeriğe atla

Çocuksu aşk mektubu

Yıllardan üçüncü binliğin dokuzuncusuydu. Aylardan ise kediliydi. Beş Mart Çarşambaydı 2009'da. Son derece çocuksu, içten ve kavga sonrasına ait bir mektubumu buldum. İçten dememi garipsemeyin lütfen, gerçekten içten çünkü. Oysa bu aşk içtenlikle yıkılmamıştı. Bu yüzden garipsiyorum. Mektubun tamamını ölümsüzleştirmek adına burada da paylaşıyorum.
"
ben…
kimim ben
tanıyamadım kendimi
ne yapıyorum, niye?
ne demek bütün bunlar?
salak, akıllı, deli, seviye, orospu, pezevenk, asi, hırçın, sinir…
böyle mi olacaktı?
ne oldu, ne olacak?
nereye varacak bütün bunların sonu?
kayıp mı olacak bütün gülüşler?
peki ya o tatlı,
         masalsı yüz,
                   o ipeksi ten…
kayıp mı olacak bütün anılar?
ne istiyordum, ne aldım, ne verdim?
ve
         neticesinde ne kazandım?
         ya da ne kaybettim?
peki ya el ele, o göz göze vakitler?
kucak kucağa sarılıp ağlamalar?
neydi bizi buralara getiren?
sadece birkaç küçük sorun mu
         yoksa olunmadık bir şey mi?
neydi bizi rahatsız eden ve sürükleyen?
biliyorsun aslında
geçmiş pişmanlıkların haklarıydı…
bir örnekte anlatamadığını
         anlatmak mıydı benzerinde?
ya da
         anlamak mıydı o tatlı sevecenlikleri?
inan bana diyordu o gözler, o sözler…
görmedin mi,
         yoksa göremedin mi?
anlat o zaman
anlat…

Gözlerinin içine bakıyordu kadın, gözlerinin içine içine… Hem de ta en derinden. En içten. En masumane şekilde ve en sevdi haliyle. Adam ise aldırmıyordu ona, yüreğindeki sevgiye. Bir şeyler arıyordu ta en derinden. Sebepsizce aldırmıyordu ona…
 Aslında bir çok sihirli sözcük varken o tutup en çetrefillisini buluyor, en yılanını oynuyordu hikayenin.
-Bu kadar zor mu anlaşmamız? diyorken genç kadın,
-Aslında bilmiyorsun ben böyleyim. diyordu genç adam bu kadar kahrettiği yetmemişçesine…
 Evet, aslında biliyordu geçeği ikisi de. Ama ille de aranıyordu. Kıracak kalp arıyordu birisi. Dökecek bir şeyler… Ne yapmalıydı şimdi? Bak nerelere getirdin aşkı? Mesele dert edinip hapsetmek değil içine, bütün dertleri. Mesele onu mesele yapandı işte. Birbirilerini sevmekte hiç kandırmadılar, hem de hiç kimseyi…
Ama bir olamadılar bir türlü. Hiç olmayacak mıydı bu? Nasıl üstesinden gelinirdi böyle bir şeyin? Bir tarafa göre o, öbürüne göreyse diğeri haklıydı…
Bir masal kuşunun gelip sihirli okları takmasını mı bekliyorlardı hevesle, yoksa masal kuşu olmayı mı?
Dökülen yaşlar hiçbir zaman sorulmadı timsahtan, bu nedir, diye… Akanlar düpedüz dürüstlük, acı ve günah kokuyordu her zaman… Pekiyi ama n’apmalıydı şimdi? Hiç gerek var mıydı bu saatlerde uykuya küsmeye, ölüme olduğu gibi… Gerek var mıydı hiç bu kadar sarsılmaya ve gençliğin en güzel çağında bir tokat gibi çarpıp kapıyı, vurup gitmeye? Salak rolünü oynamaya peki? Biliyorsun sen de hain şey, biliyorsun ne olduğunu, neden olduğunu…
 Hani nerede kaldı heyecanın, daha yirmisindeyken? Çok mu zordu anlaşmak gerçekten de? Çok mu terane bir şey bu, yar ile tavlaşmak?
 Bıktın mı yoksa hep aynı şeyleri duymaktan? Peki ya yaşamaktan? Nefes alıp verircesine vedalaşmaktan? Nerelere kaybettin o nefesleri? Ne yaptın sen bu aşka bu kadar böyle?
Pe…
-         Bir şey söyleme artık… Yetmedi mi bu kadar ağıt? Gelmeyecek mi öteki durak, hiç gidemeyecek miyiz daha öteye; Sen, ben ve biz… Gideceğiz, hem de en uzağa, en sonuna, en az yakın olana… Gideceğiz… Yeter ki onurunu kaybetmesin aşk… Henüz hiçbir şey bitmedi, yitip gitmedi hiçbir şey yüreğimden.
-         Kan kadar sıcak, ölüm kadar uzak ve bir yiğit kadar yiğit, ağıt kadar yakıcı ve türkü gibi içteniz hala… Nerelere gidebiliriz ki? İsa’nın gerildiği çarmıha mı, Musa’nın atıldığı ırmağa mı?
-         Olamaz de bana yine. Olmaz de gene. Olmaz…
-         Bir yere gidemezsin, hem o da ne demek? Yasaklı o kelime… Sus, yoksa tez infazın gelir. Yalandı de bana. Yalandı de…
-         YALAN! Dur, açıklayacağım her şeyi…
Hangisini unutmalıyım sence: Kızılay’ı mı, yoksa o ‘Tekmezar’ deyişini mi?
Ağlayışını mı, gülüşünü mü?
Doğum gününü mü, yılbaşını mı?
2 Temmuzu mu, 26 Ekimi mi?
Bekleyişini mi 20 Temmuzun sabahında saatlerce,
Donarcasına soğukta buz tutuşunu mu ellerimin bir Aralık sabahında?
-         Unutma,
Unutma gülüşlerini, sevişlerini
                         usul usul…
Unutma ve sakın
          kaybetme sakın öpüşlerini
                           o gül dudaklarınla…
Kaybetme sakın beni, kendini, yiğitliğimizi
Unutma, kuşların uçuşunu
                      telgraf tellerinden, ya da kaçışını
                                        bir kurşun sesinden…
Seven insan terk etmez… Ayıramaz hiçbir güç onları, bak mem ü zin’e… Onların sevdası bitseydi eğer, girmezdi yüreğimize…
 Gerçek seveni ancak ölüm ayırır, ama ayrılık bile bitiremez bu sevdayı, bitiremez çünkü utanır…
 Yarin eli sana uzanır. Tut ve sıkıca bir daha tut... Geliyor sana doğru, tut ve bırakmamak için tut. Ölümsüzlük için tut, haydi, ayrılığı kıskandırmak için tut… Ölümü hasretle yüz yüze bırakmak için tut. Ağlamamak için, sevdayı kutsamak için, ölümü bitirmek için tut… Yoksa nasıl sorarsın bir daha, elini tutabilir miyim diye?
 Boşuna gayrı olmadı yarin yanağı, biliyordu Bedrettin yiğitlerin sevdasını… Biliyordu bu aşkın matrahını… Bu yüzden tut ellerini ve bastır sesine, yüreğine, göğsünün kafesine…
"
Biten aşka ağlamak ahmaklıktır. Gençlik umut demektir. Umut etmekten, tevekkül etmekten başka çaresi olmayan bir adamım ben hala gençten sayılıyorsam şayet. Karşıma çıkan fırsatları heba etmekten başka bir işe yaramıyor bu durum. Sanırım tevekküllerim hala aynı saflık üzerine kurulu. Kendi gambitime yeniliyorum bir kez daha. O çocuksuluğu kaybetmenin hüznünü yaşıyorum hala. Nereye kadar böyle gidecek ki bu durum? Affetsin beni dağlar taşlar, bu durumu hala kabullenemiyorum...
Gelelim mektubun edebi değerlendirmesine. Öncelikle Genç şairler kuşağının denemelerinin çok etkisinde kalınmış. Bunu en iyi ben tahlil edebiliyorum çünkü o dönem onlarla haşır neşirdim. Bu da yüklenen anlamın biçime oturmasında sırıtmış. Kendini çok kötü bir noktada gösteren biçem, özü gizlemiş.
Çok çocuksu. Pek çok yerde popüler bir şiirin bir satırı ya da bir türkünün nakaratını andıran kelimeler süslemiş mektubu. Açıkçası bu da çok rahatsız edici bir nokta yaratmış mektupta.
Sonrasında, zıt anlamlı cümlecikler ve kelimeler ardışık olarak dizilmiş. Bu konuda becerikli olanlara şair denir, beceremeyenlere ise akıl kararması yaşayan insan denir. Becerilememiş ve bu da yazarın içtenliğini gösteren bir nokta oluşturmuş.
Peki hikayeyi merak edenlere söylüyorum, işe yaramış mıydı bu mektup? Yedi yılın 2014'ün sonlarında dolduğu göz önüne getirilirse cevap kendiliğinden ortaya çıkar.
Son sözleri hiç toparlayamam. Bu da son sözsüz olsun bakalım. Belki de sadece nokta yeterlidir bu seferlik.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğum günü şeysi - 3 Temmuz

Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet. Yemeğini yedi. Çocukları azarladı. Karısı da payını aldı bundan. Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi. Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının. *** Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur p...

Gecenin gözü

Gecenin gözü gördü, Çıkıp konuşsa, anlatsa her şeyi Senin hakkını sana, Benim hakkımı bana... Duvarlar bile daralıyordu, Sen ağlayınca. Bak şimdi nasıl da görünüyor Gökyüzü ferah ferah. Yıldızların altında gibi açık göğümüz. Koyun koyuna... Sıcacık...

Yetişkin eğitiminden yaşam boyu öğrenmeye geçiş - Bir eğitim makalesi

Eğitim, öğrenmenin sistematikleştirilmiş halidir. Öğrenmeye göre çok daha dar bir kavram olan eğitim kavramı daha gelişkin mekanizmaların kurulabilmesi için daha gelişkin bireylere ihtiyaç duyulmasından kaynaklı ortaya çıkmış bir kavramdır. İlk olarak Fransız sanayi devrimiyle somut düzlemde ele alınmaya başlanan bu gerçeklik kendisini fabrikalarda makineyi kullanmayı bilen eleman ihtiyacında göstermiştir. Makine kullanımının ve iş yönteminin öğretilmesinde karşılaşılan zorluklar, tarihin ilk burjuva devriminde öğretimi halk için sistematikleştiren yaklaşımı, yani eğitimi doğurmuştur. Sanayi devriminin öncelerinde bilgi aktarımlarını gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek adına kurulan çeşitli kurumlar(kiliseler, camiler, manastır ve medreseler vb.) faydacı özellik gütmemesinden dolayı modern eğitim kavramına tam olarak denk düşmemektedir. Bu surette eğitim; faydalar çerçevesinde sistematikleştirilmiş öğrenmelerdir diyebiliriz. Bu noktada eğitim kavramıyla yetişkin kelimeleri yan yan...