Ana içeriğe atla

Aydınlar, işçiler ve ben

Yıllar önceydi. Bir televizyon programında denk gelmiştim. Ateşli ateşli tartışan bir adam ve aynı ateşle cevap veren bir kadın vardı. Konu aydın üzerineydi. 'Aydın kimdir?' sorusuna yanıt aranıyordu.
Yalçın Küçük "Bence aydın yorumlayan değil; sentezi olan, ütopyası olan, geleceği yakalamaya çalışan insandır" diyordu. Tam o anda Alev Alatlı ise aydına misyon yüklemenin bir anlamı olmadığını, aydının tek başına anlamaya çalışan ve analiz yapan birisi olması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Yalçın Küçük bu sefer sinirlenerek masaya vuruyor:
"Bana göre aydın iki dinlidir. Bir yükselişte geleceğe baktı ondan sonra da ikinci şeyde öbür dini çıktı. (Mesela) Sosyalist oldu. Güçlüyü gördüğü zaman Kemalist oldu." Yani Küçük aslında Türkiye aydınının omurgasızlığına ve sürekli bir denge gözetimine çakıyordu. İyi  yapmış. İsabetli yapmış.

Omurgasız aydınların, 'aydınlanmaya' kategorik ve tarihsel olarak karşı duran, düşman olan bir hareketin malzemesi olduğu günlerden geçiyoruz. Bir yandan Yavuz Bingöl, öte yandan Alev Alatlı. Aslında saymaya kalksak buradan Mars'a yol olur. Ama biz saymayalım. Sadece Yavuz'a bi laf çakayım, yaptı yine yavuzluğunu çakal! Üniversite gençliğinin yaptığı devrimci etkinliklerde bile para peşinde koşan bu 'kavas' vakti zamanında annesini terk etmekten ötürü haberlere bile çıkmıştı. Yani aslında ondan beklenir bir hareketti bu yaptığı. Yine de içine sindiremiyor insan.

Mesela dün 4 Aralık'tı. Yani dünya maden işçileri günüydü. Yılın her gününü bir aziz ve azizeye adayan Katolik kilisesinin 4 Aralık'a verdiği isim ise madenciliğin piri olan St. Barbara'dır. Bu da gel zaman git zaman madenci günü olarak kalıvermiş. Maden Mühendisleri Odasının 24 Aralık 2006'da yayınladığı bir makaleye göre bu geleneğin Türkiye'ye gelmesi için iki olası ihtimal var. Biri Zonguldak'taki üniversiteye gelen hocaların tümünün Belçika'dan geldiği ve bu adeti onların taşımış olabileceği üzerineyken(ki Belçika'dan gelen hocaların tam bir Katolik karşıtı olduğu biliniyor) öbürsü ise vakti zamanında Hırvatistan'dan ithal ettiğimiz madenciler eliyle gelmesidir. Neticede dün 'Dünya madenciler günü'ydü. Doğal olarak son yıllarda hayatını çok sık kaybeden madenciler çeşitli platformlarda gündeme geldi tekrar.

Evet, buraya veriyi yığıp 'yaa bak bak bak neler ölmüş neler' dedirtebilirim. Aslında tam karar verebilmiş değilim. Ama esas itibariyle aydın ile işçi arasındaki kurguyu yapmaya çalışacağım. Hadi bir daha deneyelim.

Yalçın Küçük abimiz 1995 yılında HBB televizyonundaki Ateş Hattı programında Alev Alatlı'ya verip veriştirdi. Osmanlı'da yağma ve gasp yapan Azap adı verilen yapıdan söz eder: "Osmanlı İstanbul'u Azapla aldı. Yağmacılardan oluşan ileri bir ekiptir ve önden giderler. Arkalarında ise Osmanlı çavuşları vardır. Azaplar en ufak bir zorlukla karşılaştığında geri dönerler. Dönenleri ise Osmanlı çavuşları indirir. Elindeki baltayla onların geri dönenleri karşılarlar. Bizdeki aydın da böyledir. Azap gibidir. Bir güç gördü mü en ileri noktaya kadar gitmeye kalkarlar. Ne var ki en ufak bir zorlukta geri dönerler. Dönerken ise bana rastlıyorlar. Benim varlığım aydınların geri basmasını zorlaştırıyor onları ben karşılıyorum."
Bunun üzerine Alev Alatlı alevlenip: "Ama senin elinde balta var" der. Yani 'sen vahşisin. Aydınları katlediyorsun'a getirip bizimkine 'kahrol despot' der. Bu tartışmadan sonra 'Aydın Despotizmi' isimli kitabını piyasaya sürer Alatlı. Yalçın Küçük hocamız gerçekten de çavuş mudur bilemem ama Alatlı kesinlikle Azaptır. Şu an Cemaatten kaçıp AKP'ye yamanan Alatlı yarın AKP iktidarında bir parçalanma görsün hemen Cemaatçi oluverir. İki dinlidir evelallah. Yeri gelir Kemalist de olabilir, komünist de.

Dünya madenci gününde ise ülkemizde madenci cenazesi çıkarıldı. Ermenek'teki katliamın üzerinden onlarca gün geçtikten sonra çıkarılan madenciler ve Soma'da işten atılan madenciler ve işçiye 'galeyana gelmiyoruz' diye mesaj atan sarı sendikalar, Milli Eğitim Şurasında 'karma eğitim kaldırılsın' diye öneri sunan yeşil sendikalar.

Şöyle bir düşünelim. İşçiler bulunduğu konum itibariyle bilinçlenme sürecine girmeden aşağı yukarı hep aynı refleksi gösterir: kendini o hale sokanlarla hesaplaşmak yerine kendi gibi olan, ezebilecekleri bazı zayıfları ezip, kendilerini o hale sokanlarla uzlaşmak. Bu biraz garip gelse de doğalında işleyen bir süreçtir nihayet. İşçilerin bu tavrını ise kıracak bir çavuş birikimine ihtiyaç vardır. Örneğin bir tek komünistin ilgili sendika yönetiminde yer alması bile olayların buralara varmasını geciktirebilir hatta engelleyebilir de.

Ben geç kalan bir insan olarak sürekli birşeyleri kaçırıyorum. Sevdiğime geç kalıyorum. İşime geç kalıyorum. Mücadeleme geç kalıyorum. Hayata geç kalıyorum. Bu yüzden pek çok şeyi geriden takip ediyorum. Çağımı yaşamakta çok zorlanıyorum. Sanki çağdışı gibiyim. Yüzeyselim çoğu zaman. Ayrıca bazı konularda da çok keskinim. Çok çabuk insan kırabiliyorum. Kaybetme lüksüm olmamasına rağmen kaybetmeyi bir kılıf olarak kullanıyorum adeta.

Nereye mi bağlayacağım? Yanar döner aydınlar ölen işçilerin üstünü kapatıyor. Alev Alatlı'nın ödül aldığı gün onlarca işçi cinayeti gerçekleşmiş, bir kısmı basına da küçük puntolarla yansımış, tünel kazan işçiler bir kez daha ihale-taşeron sisteminin kurbanı olmuş ama aydınlar bir kez daha dönüp yeni yemeklikler arama peşine düşmüşlerdir. Yani işçilerin tutumu, sınıf bilincinden uzaklığı ve şu anki genel kaypaklığı aydınların azaplaşmasını kolaylaştırırken, ortada çavuşların olmayışı ise azapların geri dönmesini kolaylaştırmaktadır. Bu durumda bir yandan sınıf mücadelesi verilmesi gerekirken öte yandan karşılıklı diyalektik içinde ideolojik bir mücadelenin de yükseltilmesi gerekmektedir. Dediğim gibi, mesele aydınların savaştan kaçması değil, bunu kolaylaştırması ve meşrulaştırmasıdır esas mesele.

Burada ben nereye denk düşüyorum peki? Evet, bu durumda benim de sürekli geç kalmalarım, hayata karşı henüz girişmediğim köklü bir hesaplaşmadan ötürü azap-kaçak misali oradan oraya atlayıp her seferinde de farklı bir yere atladığım için sürekli düşüyorum. Sürekli takılıyor, yeni öğrenmeler biriktiriyor ama üst üste koyacak durumlar yaratamadığım için her seferinde terk etmeye meylediyorum. Bu durum bendeki ruhun eskimesine, eprimesine ve çabucak çürümesine yol açıyor. Bugün içinde bulunduğum durumu sanırım en net olarak bu şekilde tarifleyebilirim.

Son söz niyetine ise işçilerin sınıf mücadelesine giriştikleri örnekleri cesaretlendirmek, güçlendirmek ve omuz atmak gerekirken aynı anda işyerlerimizde, okullarımızda ve hemen baktığımız her yerde karşımıza çıkan kaçış ideolojisine karşı kesintisiz bir teorik saldırı dalgasıyla cevap vermek gerek. Bana düşen de tüm bunları karşılayabilirken kendi hesaplaşmamı artık mümkün olduğunca uzatmadan yapmak ve hayata sımsıkı, yeniden tutunmaktır.

Dünya madenciler gününden bir gün sonrasında, aydınların aydınlanmayı terk ettiği benim ise hala bir şeylerden kaçtığım bugünlerde bu parçayı anlamlı buluyorum. Sevgili Amerikalı okurlarıma armağanım olsun.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğum günü şeysi - 3 Temmuz

Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet. Yemeğini yedi. Çocukları azarladı. Karısı da payını aldı bundan. Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi. Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının. *** Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur p...

Gecenin gözü

Gecenin gözü gördü, Çıkıp konuşsa, anlatsa her şeyi Senin hakkını sana, Benim hakkımı bana... Duvarlar bile daralıyordu, Sen ağlayınca. Bak şimdi nasıl da görünüyor Gökyüzü ferah ferah. Yıldızların altında gibi açık göğümüz. Koyun koyuna... Sıcacık...

Yetişkin eğitiminden yaşam boyu öğrenmeye geçiş - Bir eğitim makalesi

Eğitim, öğrenmenin sistematikleştirilmiş halidir. Öğrenmeye göre çok daha dar bir kavram olan eğitim kavramı daha gelişkin mekanizmaların kurulabilmesi için daha gelişkin bireylere ihtiyaç duyulmasından kaynaklı ortaya çıkmış bir kavramdır. İlk olarak Fransız sanayi devrimiyle somut düzlemde ele alınmaya başlanan bu gerçeklik kendisini fabrikalarda makineyi kullanmayı bilen eleman ihtiyacında göstermiştir. Makine kullanımının ve iş yönteminin öğretilmesinde karşılaşılan zorluklar, tarihin ilk burjuva devriminde öğretimi halk için sistematikleştiren yaklaşımı, yani eğitimi doğurmuştur. Sanayi devriminin öncelerinde bilgi aktarımlarını gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek adına kurulan çeşitli kurumlar(kiliseler, camiler, manastır ve medreseler vb.) faydacı özellik gütmemesinden dolayı modern eğitim kavramına tam olarak denk düşmemektedir. Bu surette eğitim; faydalar çerçevesinde sistematikleştirilmiş öğrenmelerdir diyebiliriz. Bu noktada eğitim kavramıyla yetişkin kelimeleri yan yan...