Ana içeriğe atla

Boş sayfanın düşündüren hüznü...

Bu sayfa bir zamanlar boştu. Bomboş. Saatlerce baktım durdum bu boş sayfaya. Çok anlamsız geldi.
Yazayım o zaman dedim. Başladım sayfanın hikâyesine… Her kelimede bir dirhem daha kayboldu boşluklar. Ve nihayet dolu bir sayfaya dönecek.

Sayfayı doldurmak için her santimetre karesi dolu mu olmalı? Tecahûl-i arif yapmayacağım hayır. Cevabı siz verin. Ben kendiminkini burada veriyorum.
Onu dolduran şeyi yazı olarak değil, kelime olarak belirledik farkındaysanız. Kelimeler kapladıkları yerlerle doldurmazlar sayfayı, anlam buldukça doldururlar.
Bu sayfayı doldurmanın bin yolundan birini tercih ettim. Kelimeler. Merak etmeyin burası askeriye değil. Bir albayla karşılaşmayacak kelimeler.

Neyse, lafı fazla uzatmadan hikâyeye geçeyim. En son Otomatik Portakal’ı okumuştum. Enteresan bir şekilde filminden haberim bile yoktu. Kitabı bitirmemin üzerinden geçen on üç gün yirmi bir saat beş dakikanın ardından İzmir’den buraya anlamsız bir yolculuk yaparak gelen takım elbiseli arkadaşımla film izlemeye karar verdik. Evet, evin içinde de takım elbiseliydi. Israrla çıkarmadı. Onunla fantezilerimin olduğunu düşünmesin diye de üstelemedim.
İkimizin de aklından milyon film geçti. Benim önerilerime burun kıvırıyor. Hem de ‘uyurum bak’lı bir burun kıvırma. Ağır. Onun önerdikleri de hep izledikleri filmler oluyordu. Ne hikmetse hemen hepsi için tekrar izlerim diyordu. Hala takım elbiseliydi.

İkimizin birden izlediği filmlere gelince tam bir yumak düğümü oldu bu iş. Ne yapalım diye düşünürken IMDB Top 250 listesine bakalım dedik. Bir baktım, lan, Otomatik Portakal meğersem filmden uyarlanan bir kitapmış. Resmen duruyor önümde. Tüm belirsizliğiyle. Önce kitabı okumanın handikap olduğunu düşünürüm bu durumlarda hep. Madonna'nın hayatına dönmesin sakın bu iş. Ama attım hafızaya. Bileydim direk filmini izlerdim diye de hayıflandım niyeyse. Önce filmi çıkan kitapları daha çok severim bu arada.

Sayfanın boş olduğu zamana geldik tekrar. Eve geldiğimde saat 23.14 idi. İdi de enteresan oldu. TDK’ya göre doğru yazım bu ama. Kediye iki yumurta koydum cezveye, bir mastürbasyon yaptım, üç adet Camel soft yaktım. Sıçtım. Evet arkadaşlar, yazarlar da sıçar. Yazarlar da sıçar ama dediğinizi duyar gibiyim. Yüzüme vurmasanıza gerçek bir yazar olamadığımı her defasında! Üstüne duşa girdim. Arkadaşlarla mesajlaştım. Bazıları özel mesaj tabi. Kimle mesajlaştığımı kimse bilemeyecek hiçbir zaman. En uzun faslı da bu oldu geçen zamanın. Çok anlamsız değil mi? Oysa boş sayfa karşısında geçen üç saat yirmi yedi dakikanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. O zamanın sayesinde hayatınızın bu yazıyı okuma süresindeki anlamsızlığı yarattım.

Yok hayatım, tabii ki de senle mesajlaştığım zamanı kastetmiyorum. Hem seninle kısa sürdü zaten. Einstein’ın da dediği gibi sevgiliyle geçen iki saat beş dakika gibiyse, ki öyle, sadece beş dakika sürdü seninle. Bak beş dakika diyorum beş beş. Başka bi arkadaş vardı da. Bissürü bissürü sorunları varmış, tam sekiz dakika sürdü onunla mesajlaşmamız. Esas zamanımı o çaldı. O yani. Ha? Cinsiyeti mi? Kendisi intersex biri hayatım. Yani hem kadın hem erkek oluyor. Nerden mi arkadaşım? Ihımm. Şey, bunu milletin içinde tartışmasak diyorum? Tamam hayatım ben anlatçam sana hepsini yeter ki terk etme beni sen.

Nihayet tüm “iş”lerim bittikten sonra milattan önce üçüncü yüzyıldan kalma Commodore 64’ümle baş başa kaldım. Tuşa bastım ki açılsın. Eyvah, yumurtaları ocakta unuttum. Hemen koşayım, ne de olsa en az beş dakikada açılıyor bu lanet zımbırtı. Geçen saydım, tam dört dakika 23 saniyede açıldı. Hala boş sayfa yok.

Yumurtaları da hallettim. Tabii bizim kedi yumurta kırma sesiyle yerinden fırlıyor. Ben anladım, zaafı var yumurtaya karşı. Geçen yine kendime yumurta kırıyordum, çat diye mutfakta bacağımın dibinde bittiler. Ler. Evet. Gariban yavrular o sırada annelerinden süt emiyormuş. Memelere çivilenmiş gibi sallanıyordu iki tane yavrucak. Daha bir haftalıklar evet. Çok çirkinler şu an.

Döndüm müzeye. Hala açılmamış. Yakayım bir tane daha dedim, bir yellenme(osuruk) geldi. Tam yelleneceğim, dışkı ucunu göstermeye başladı. Bok derler bizim orada. Size ayıp olmasın diye dışkı kelimesini seçtim. Lan dedim daha yeni sıçtım. Bir koşu tuvalete gittim. Dudağımda yanıyor hala. Bir yellendim, evin tüm camlarını açmak zorunda kaldım. Kanalizasyon mu yuttum diye düşündüm. Ardından ucundan boy veren cıvık dışkı döküldü. Evet gerizekalı, ishal olmuşum. Her çıkışında ayrı zevk alıyorum. Bir ara çığlıklarımdan üst komşunun zemini tokmaklayışını duydum da ancak geldim kendime.

Popomu yıkadım(Popo tümüdür. Ama ben sadece götümü yıkadım. Bu yüzden sanırım yanlış kullanım var burada). Elimi yıkamadım ama. Döndüm müzeye. Yok, hala açılmamış. Bir tane daha yakayım dedim. Çakmağı elime almamla müzayedenin başlaması bir oldu. Tabi bıraktım çakmağı hemen ve boş bir sayfa açtım.Tam üç saat yirmi yedi dakika kadar açık kaldıktan sonra ilk kelimeler döküldü: “Bu sayfa bir zamanlar boştu…” Ne kadar hüzünlü değil mi. Tabii bu üç saat yirmi yedi dakika içinde Otomatik Portakal da var.

Şu an saat 05.41. Kaç dakika geçtiğini siz hesaplayın. Bu kadar anlamsızlık yeter. Bu arada boş sayfanın masumiyetini de yitirişine şahit oldunuz. Nihayet doldu sayfa. Her zamanki sessizliğinizle geçiştirmeniz dileğiyle sevgilerimi sunarım.

Meraklısına not: Bu arada Dim'den gerçekten ben de nefret ettim.

Laumanle Sıçan Adam

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğum günü şeysi - 3 Temmuz

Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet. Yemeğini yedi. Çocukları azarladı. Karısı da payını aldı bundan. Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi. Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının. *** Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur p...

Gecenin gözü

Gecenin gözü gördü, Çıkıp konuşsa, anlatsa her şeyi Senin hakkını sana, Benim hakkımı bana... Duvarlar bile daralıyordu, Sen ağlayınca. Bak şimdi nasıl da görünüyor Gökyüzü ferah ferah. Yıldızların altında gibi açık göğümüz. Koyun koyuna... Sıcacık...

Yetişkin eğitiminden yaşam boyu öğrenmeye geçiş - Bir eğitim makalesi

Eğitim, öğrenmenin sistematikleştirilmiş halidir. Öğrenmeye göre çok daha dar bir kavram olan eğitim kavramı daha gelişkin mekanizmaların kurulabilmesi için daha gelişkin bireylere ihtiyaç duyulmasından kaynaklı ortaya çıkmış bir kavramdır. İlk olarak Fransız sanayi devrimiyle somut düzlemde ele alınmaya başlanan bu gerçeklik kendisini fabrikalarda makineyi kullanmayı bilen eleman ihtiyacında göstermiştir. Makine kullanımının ve iş yönteminin öğretilmesinde karşılaşılan zorluklar, tarihin ilk burjuva devriminde öğretimi halk için sistematikleştiren yaklaşımı, yani eğitimi doğurmuştur. Sanayi devriminin öncelerinde bilgi aktarımlarını gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek adına kurulan çeşitli kurumlar(kiliseler, camiler, manastır ve medreseler vb.) faydacı özellik gütmemesinden dolayı modern eğitim kavramına tam olarak denk düşmemektedir. Bu surette eğitim; faydalar çerçevesinde sistematikleştirilmiş öğrenmelerdir diyebiliriz. Bu noktada eğitim kavramıyla yetişkin kelimeleri yan yan...