Ana içeriğe atla

Hayatın nedesindeyim

Aşağıdaki öykü Makine Mühendisleri Odası tarafından Oğuz Atay adına düzenlenen Hayatın Koordinatları isimli öykü yarışmasına gönderilmek için yazılmış fakat gönderilemeden kalmıştır. Bari buraya koyayım da dursun kimseye zararı olmadan. Yazının okura daha anlamlı gelmesi açısından Konur Sokak Direnişi, Nuriye Gülmen, Semih Özakça, KHK mağdurları gibi anahtar kelimelerle arama yapılabilir. Anlamlı kılacağını düşündüğüm şu fotoğrafı da buraya ekliyorum.



- Koordinatları veriyorum; gözaltına alınan heykelin yanındayım.
Birden döndüm. Sakalı bile çıkmamış bir liseliydi. Belli ki bir arkadaşıyla buluşacaktı. Gözaltına alınan heykelin oradaymış. Sen gözaltına alınmak nedir bilir misin ergen? Etrafıma bakındım. Muhtemelen bunların yaş grubu bir olaya kendilerince isim takmışlardı. Öylece gözaltında bir heykel düşündüm.

Bir heykel nasıl gözaltına alınabilirdi acaba? Seçeneklerimi açayım.
1) İki polis heykelin birer koluna girmiş,
       a. Taşımayı da beceremediklerinden, o gün bugündür kalakalmıştı.
       b. Heykel onları taşımış, polisler telde asılı çamaşır gibi sallanmıştı.
2) Kocaman bir kafes inşa ettirilip heykelin üstüne konulmuştu.
3) Heykeli gözaltına almak için tersten yaklaşılmış, heykelin yanına bir seyyar karakol kurulmuştu.
4) Heykel itinayla vinç yardımıyla kaldırılıp emniyette bir yere götürülüp hakları ve şartları kendisine okunarak ‘misafir’ edilmişti.
5) Heykelin tam üstüne kocaman bir çift göz konulmuştu.

Elbette türeyebilirdi olasılıklar. Fakat gözaltı süresinin yirmidört saati aşamayacağını göz önünde bulundurursak, ki bu kadar kısa süre içinde dillere pelesenk olma olasılığı yoktu, o zaman heykel OHAL yasalarından faydalanarak maksimum süre olan 30 gün sınırına takılmış olmalıydı. Ama iyi de, yaklaşık iki ay önce yine bu sokakta birisi benzer bir terim kullanmıştı. Sanırım o da “abluka altına alınmış heykelin oradayım” demişti sevgilisine.

Biraz düşünmem gerek. Bir heykelin gözaltına alınması teknik olarak mümkün değil gibi görünüyor. Acaba iki ay önceki çocuk mu haklıydı? Bir devlet, bir heykeli neden gözaltına ya da neden abluka altına alırdı sorusunu bir kenara bırakarak nasıl olabileceğini hayal ettim. Yine birkaç seçenek belirdi:
1) Heykelin etrafına polis yığını yaparak.
2) Heykelin üstüne abluka kurarak.
3) Heykelin gözlerini bağlayarak.
4) Heykelin düşünmesini önleyecek şekilde ideolojik bombardımana tabi tutarak.
5) Heykelin yanına panzerleri, tankları ve son teknoloji kuşanmış SAT komandolarını koyarak.

Aklıma sadece bu seçenekler geldi. Abluka altına alınan heykelin sorunu daha büyüktü. Düşünsenize, kaldırıp götürmek varken neden olduğu yerde abluka altına alınsın ki? Heykelin taş atacağından mı korkuyorlardı? Yoksa hükümeti devirmesinden mi? Aklım almıyordu gerçekten de. Koskoca hükümeti bir heykelcik mi yıkacakmış? Hem kesin ucube bir şeydir. Ben neden göremediysem artık şu lanet heykeli. Her neyse, bir heykeli gözaltına/abluka altına almak pahalıya patlayacaktı her halükarda. Her gün heykelin üstüne konan kuşları öldürmeleri ya da beslemeleri gerekiyor. Ayrıca üstüne pislendiğinde de temizlenmesi gerekiyordu. Hem ya heykel altına kaçırırsa korkudan? Hem de söylentilere bakılacak olursa yaklaşık beş altı aydır pisliyor olmalıydı. O zaman da heykeli aç bırakmaları yeterli olurdu aslında.

Heykeli aç bırakmak. Evet, çok mantıklı. Heykel aç kalırsa dayanabileceği bir sınır vardı. Sonra da kimsecikler anlamadan yok olup giderdi canım heykelim. Altına da pislemezdi. Ama aç bırakmaları için de gözaltına ya da abluka altına almaları yetmezdi. Çünkü yasalara göre bir süreyi geçerse gözaltı sırasında polisin gözaltındaki şahsın karnını doyurması gerekiyordu. Süreyi şu an hiç hatırlamıyorum. Burası bir hukuk devleti kardeşim, kavramlarınızı doğru kullanın lütfen! Aç bırakılması için hiçbir sebep göremiyorum.

Tamam, bu şekilde hangi heykelden bahsedildiğini anlamam pek mümkün görünmüyor. Önce bulunduğum yeri bir hatırlayayım. Hayatın T harfindeyim*. Konur sokak diyebilirim. Hatırladığım kadarıyla burada hiç heykel yok. Olsa olsa Yüksel caddesindeki heykellerden bahsediyorlardır. Yüksel caddesinde benim gördüğüm üç heykel vardı. Birisi İnsan Hakları Anıtı. Nam-ı diğer kitap okuyan kadın. Buraya ilişeceklerini hiç zannetmiyorum, zira alay konusu olurlar. Aslında insan haklarına post-modern bir yaklaşım gibi olurdu. Olabilir ya, neden olmasın. Bir diğeri belinde şal olan kadın ya da banka oturan kadın. Ama o heykeli de çalmışlardı. O olamaz. Ve benim hatırladığım son heykel de Konur Sokaktaki memur heykeli. Duran adam. Konurun şairi. O da olamaz, son çalınma macerasından sonra gelen heykelin kafası delik, içinde de çöpler vardı. O müşkül haliyle hükümeti korkutabileceğini hiç zannetmiyorum. Tamam. Önce kitap okuyan kadına bir varayım.
Geldim. Şu an tam önündeyim. Günde en az on defa önünden geçtiğim heykelin bir kez daha tam önündeyim. Hala her zamanki gibi. Etrafında polis bariyeri var. Ama iyi de ben bu heykeli böyle zannediyordum. Eylül ayından beri Ankara’dayım ve gördüğüm ilk günde de böyleydi bu heykel. Bence etrafındaki polis bariyeri ile daha anlamlı bir heykel bu. Eğer bunu polis yaptıysa, ki yapmıştır polisimiz, farkında olmadan çok ince bir mesaj vermiş. Kadın cinayetlerinin artışından ötürü kadına zarar gelmemesi için etrafını örmüş olabilirler. Ya da Okuyan insanın itibarsızlaştırılmasına karşı bir hamle de olabilir. Şayet durum böyleyse yakınılacak bir şey yok ortada.

Polis dışında kim koyabilir bu bariyerleri? Mesela belediye. Sokakta çalınan heykellere inat, korumak için yapmış da olabilirler.
- Şişşt, aloo, bekleme yapma kardeşim, hadi, ikile!
- Ama ama ben…
- Uzatma lan. İkile!

Az önce ne oldu burada? Ta ki polis beni uyarana kadar burada seyyar bir karakol kurulduğunun farkında bile değildim. Evet, inanamadım. Her halde polisi de başına koruma göreviyle atadılar heykelin. Ne de olsa polisimiz. Ses etmeden uzaklaşıyordum. Yanımdan geçen birinin telefon konuşmasına kulak kesildim.
“Polis ağabeylerimizin korumasındaki heykelin oradayım.”
Yuh be! Bu da iyiymiş. Sanırım en doğrusunu bu dedi. Polis koruması gayet tabii ki. Neden olmasın. Ben bu düşüncelerle boğuşurken telefonum çaldı. Ayıptır söylemesi flörtleştiğim kadın arıyor. Onunla buluşacağım. Hemen açtım.
- Ahmet nerdesin?

Hiç düşünmemiştim nerede olduğumun sorulacağını. Şimdi ne cevap vereyim? Bu heykel hangi statüye giriyor? Gözaltında desen değil, savcılık emri yok, süre bu kadar uzayamaz ıvır zıvır. Abluka altında desen değil, tamam yanına kimseyi yanaştırmıyor olabilirler ama abluka dediğin tüm gücünle dört bir yanını çevrelemekle olur. Koca devletimizin tüm gücünün şu bariyer ve seyyar polis karakolu olduğuna inanmak istemiyorum. Polis korumasında desem, az önce söylendiği için taklitçi olacağım. En iyisi heykelin adını söyleyeyim.
- Ayşe’cim 1990 yılında heykeltıraş Metin Yurdanur tarafından yaptırılan ve Murat Karayalçın tarafından sokağa terk edilen, esas adı İnsan Hakları Anıtı olan ve halk diliyle kitap okuyan kadın olarak bilinen, Yüksel Caddesi ile Konur  Sokağın kesişimindeki bronz heykelin yanındayım.
- ???

Derken, bir şekilde anlaştık ve buluştuk. Tabii ki başka bir yerde. Çay içesim vardı ama çay desem beni küçümser, başlamadan biter bu ilişki diye korkuyorum. Kahve içmeye davet etsem nerenin kahvesi güzeldir sorusu bir tarafa, hangi kahve içilir sorusuyla da muhatap olmak zorundayım. Bira desen, günah. Kola filan desen liseli muhabbeti yerim. Olmaz. Yemek yemeye gitsek ve Ayşe aç değilse, dediğimle kalırım. En iyisi topu ona atayım.
- Ne yapalım? Hadi bir yer seç oraya gidelim.
- Bilmem, ne yapmak istiyorsun?
- Ben hiç bilmem. Ankara’ya benden önce gelen sensin. Sana ayak uydurayım.
- Peki o halde, aç mısın?

Aç mıyım? En son ne zaman yemek yedim ki? Sanki iki yüz atmış gündür bir şey yemiyor gibi hissediyorum kendimi. Tam iki yüz atmış gün. Sadece su ve şeker içmişim gibi. Şu garip heykeli de düşünecek olursak, sanki aynı kaderi paylaşıyoruz. O da açtır kesin. Ama açlık açlıktır. Yemek yemeyi gerektirir. Heykelin açlığına ve hemen yanında kuruluverilmiş lokantalara inat, midem kazınırcasına bir açlığa inat, şekerli bir çay içesim vardı oysa.

- Ahmet? Çok da zor bir şey sormadım oysa. Aç değilsen çay kahve filan içelim.
Hemen toparlandım. Evet, çay iyi fikir. Diyemedim. Gittik, son moda kahveci takımının mekanlarından birine. Menüler verildi. Hala Konur Sokaktayız. Baktım kahvelere, gözüme tanıdık iki kahve var sadece, Türk kahvesi ve nescafe.
- Sen ne alırsın Ayşe’cim?
- Ben bir tane sütsüz Guatemela alayım lütfen.
- Ben de şekerli bir Türk kahvesi rica edeyim.

Konuşunca çok güzel oluyordu elmacık kemikleri. Saçları fazla uzun değildi. Boyu da. Kilosu yerindeydi. Ne zayıf, ne de şişman. Hani balıketli derler ya, işte ondan. Kendine güveni yüksekti. Bu her halinden belliydi. Giyimi kuşamı son derece şık, makyajı sade, siyah elbisesiyle ben buradayım diye haykırıyordu. Konuşunca güzelleşiyordu. Yalnız bir şeyden rahatsız oldum. Motivasyonumu bozuyordu. Sanırım en kötü flörtüm bu olacaktı. Gülünce bir korkutucu oluyordu. Nedense gözleri ve bakışları bir hayranlık, bir yakınlık belirtmiyor, aksine üstünlük kurma çabasını andırıyordu. Ne konuşsak eyvallah diyor, hiçbir lafımın üstüne laf söylemiyordu.

Kendi sözleriyle konuşmayan bir kadın vardı karşımda. Bu durumu bozmalıyım. Zeki ve istediğini elde etmeyi beceren bir kadına benziyordu. O da hukuk okuyordu. Yan sınıftandı. Ortak arkadaşımız tanıştırmış, sonra da ortadan yok olmuştu. Ben ondan büyüktüm. Ama geç girdiğim için benden üst sınıfta okuyordu. Bu durumu tersine çevirmem ve onu tahrik etmem gerek. Ama nasıl. Kadın hiç açık vermiyor, neredeyse hiç kendinden bahsetmiyordu.

Bir yerinden yakalasam da onu kızdırsam, gardını kırsam da açılsa çenesi ve konuşsa kendi sözcükleriyle. Böylesi daha iyi olurdu.

Saatlerce oturduk. Ve bu kadar süre içinde hemen hemen hiçbir şeyden söz etmemeyi başardık. Nasıl oldu hiç bilmiyorum. Sokaktaki pek çok kadınla benzerliği vardı. Ya bir kısmının saçı, ya bir kısmının makyaj tarzı, ya bir kısmının giyim kuşamı ya da pek çoğunun olayları ele alış biçimi birbirine o kadar benziyordu ki. Bu kadınla sevgili olursam, sanki sokaktaki tüm kadınlarla sevgili olmuşum gibi hissedeceğim. Fena şey mi. Beni ona çeken bir şey var ama anlayamıyorum. Son derece kapalı bir çevrede kapalı bir hayat yaşıyordu. Şayet Ayşe’nin tüm özelliklerini öğrenme şansım olsaydı muhakkak attığı adımların kahini olurdum. Tanımak istiyor muyum bu kadını?
Peki ya o beni tanımak istiyor mu? Belli ki beni farklı biri olarak görüyor. Farklılık bu kadar mı önemli? Mesela bir hırsız da farklı. Ne de olsa toplumumuzda kimse hırsızlık yapmıyor, toplum olarak dünyanın, özel mülkiyete ve birikime en saygılı milletini oluşturuyorduk. Sırf farklı olalım diye hırsızlık mı yapmam gerekiyor?

Mesela bir tecavüzcü. O da çok farklı. Tamam, ülkemizde çok kadın öldürülüyor. Fakat başka ülkelerdeki gibi önce tecavüz edilip, ardından öldürülmüyor. Bu kadının gözüne girmek için tecavüzcü mü olmam gerekiyor? Neyim farklı ki benim? Ben de tüm toplum gibiyim. Beni şekillendiren toplum gibi.

Benim giyimim kuşamım nasıl peki? Ben de sokaktakilere benzemiyor muyum? Hatta daha doğrusu, sokaktakilerden birini de ben oluşturmuyor muyum? Yürüyüşüm, bakışım, duruşum, saç şeklim, göz rengim. Evet ya, göz rengim bile. Ülkenin yarısı benimle aynı göz renginde. Hatta kan grubum ülkedekilerin yüzde atmışından fazlasında aynı. Ben de mi onda farklılık arıyorum acaba? Ya da ben mi onda farklılık arıyorum? Bir şeyler eksik. Bir şeyler kesinlikle eksik.

Ben bunları düşünürken masaya bir hesap defteri geldi. Durumun ne olduğunu anlamam için olsa gerek Ayşe bana baktı. Ayılıp hesap defterini açtım. Yuh! İki kahve yirmibeş lira eder mi hiç! Bende otuz lira var. Eğer verirsem sigara alamayacağım. Üstüne üstlük bursum yatana kadar, yani koskoca iki gün boyunca, aç kalmış olacağım. Mecburen ve istemeden attım elimi cüzdanıma.

Ayşe durumu sezmiş olmalı ki bir kart çıkarıp hesap sümenine sıkıştırıverdi. Yok mok dedim ama itiraza son derece kapalı bir tutumla elimi geri itekledi. Hesaplar ödendi. Kalktık.

Bu duruma çok içerledim. Bir diğer yandan da içten içe sevindim. Sayesinde aç kalmayacaktım iki gün. Olsun, yine de sinirim bozuldu. Esas önemli kısmı şimdiydi. Tüm gün oturduk. Neredeyse hiçbir şey konuşmamamıza rağmen hiç de sıkılmadık. Kendi adıma yalnızlıktan kaçamak olabilirdi buna sebep. Fakat onun açısından durum neydi bilemiyorum.

Evet. Yanlış duymadınız. Yalnızlıktan kaçışı örgütledim az önce. Sahte kelimelerle karşımda duran kişiliğe en sonunda istediğini, yani sahteliğimi olanca bir yetenekle verdim. İkna oldu. Belki sevişiriz de bu gün. Ya ilk gece sevişmeyenlerdense? O zaman mı daha iyi aksi olursa mı? Ne kadar da katı bir ahlakçılığım varmış ya. Neden bu kadar önemli ki bu sorular?
- Vakit daha çok erken, bir şeyler içelim mi? Bunu Ayşe sordu.
- Olur. Olur yani. Bana uyar da, çok geç kalkmasak bari.
- İstersen hiç oturmayalım.
- O da olur. İstersen bir filme filan gidebiliriz.
- O kadar vaktim yok maalesef. O zaman başka bir zaman daha erken buluşalım.

Ne olduğunu anlayamadım. Az önce birlikte geçirdiğimiz vakti arttırmak isteyen kadın, iki cümle sonra vaktinin olmadığını iddia ederek ayrıldı yanımdan. Neden? Paramın olmadığını mı hatırladı acaba? Ayrılırken dudağına ne kadar da yakındım. Keşke öpseydim. Farklılık olurdu işte. Öptürmezdi bence. Ama neden bu kadar yakınlık gösterdi o zaman?

Bir anda ortalık karıştı. Baktım ki hala Konur sokaktayım. Kalabalık bir grup bana doğru koşuyor, ardında onlardan daha kalabalık bir polis grubu. Ne yapacağıma dahi karar veremeden polislerin kollarında buldum kendimi. Ne oluyor nedir ne değildir demeye varmadan kafama bir cop yedim. Sanırım kanıyordu. O an keşke Ayşe’yle birlikte içmeye gitseydik diye düşünüyordum. Fakat kahretsin ki kafam çok acıyordu.
- Vurmasanıza lan! Ne yaptım ben size!
- Kes lan çeneni!

Çat! Pataküte daldılar. Allah ne verdiyse vurdular. Gözüm morardı. Yalnız tatlı morarmış olmalı ki gözaltı sonrasında adli kontroldeki hemşire son derece yakın ilgi gösterdi. Kaşım da açıldı. Neyse ki dişlerime bir şey olmadı. Ben hala anlayamamışken ne olduğunu, bir saat içinde gözaltına alınıp serbest bırakıldım. Bir yanlış anlaşılmaya kurban gittiğimi söyledi polis ağabeyler. Çok iyiydiler karakolda. Keşke Konur sokakta da o kadar iyi olsalardı.

Tam bir hafta dışarı çıkmadım. Tabi Ayşe’yi de görmedim. Ayşe beni kaç defa aradı. Buluşalım, şuraya gidelim, bunu yapalım ama kar etmedi. O mosmor gözle ve üç dikişli kaşla çıkar mıyım hiç onun karşısına! Çıkmadım.

Beni beğenmeyeceğinden korktuğum yoktu, muhakkak beğenen her türlüsünü beğenirdi insanın. Annemin sözüdür. Esas korkum benim eylemci olduğumu düşünmesiydi. Korktuğum geldi başıma. Okulda duyulmuş başıma gelenler. Haliyle Ayşe’nin de kulağına varmış. Bir daha aramadı beni. Ne derdim vardı da şu Konur sokağa gittim ki! Bir daha oraya gidenin!

Fakat olayları farklı yorumlamaya başlamıştım artık Ayşe’den sonra. Okul kantininde hiç dikkat etmediğim şeylere dikkat etmeye başladım. Ve ne öğrendim biliyor musunuz? O heykel en az iki yüz altmış gündür açmış! Tıpkı benim hissettiğim gibi. Heykel aç bırakılır mı demeyin. Bırakılıyormuş. İnanmazsanız gidin kendisine sorun. Sorduğunuz anda polis ağabeyler sizi karakolda ağırlamak için yanaşıyor.

Haftalarca uğramadım Kızılay’a. Aç bir heykelin hayatını nasıl devam ettirebileceğini düşündüm. Kendime çok da yakın hissettim. Doktorlar ölüm sınırını geçtiğini söylüyorlardı heykelin. Ölüm sınırına gelebilmek için de hayatın koordinatlarını es geçmeniz gerekiyormuş.

Başka bir gün heykelin aç bırakılmadığını, yemek yemeyi kendisinin reddettiğini öğrendim. Bir kez daha şaşırdım. Bir heykel neden yemek yemez? Neden reddeder? Kimse konuşamıyor, kimse olayın ne olduğunu anlatamıyor, anlayamıyordu. Neden? Atilla İlhan gibi anlamsız bir nedenselliğin içinde kalıp günde elli defa neden diye sorduğumu fark etmem güç olmadı. Bazıları ona katil diyor, kendini öldüren de katilmiş. Bana göre aç kalmak tercih işi olmamalı. Olsa olsa bir zorunluluk olmalı işin içinde. Hala öyle düşünüyorum. Kesin bir zorunluluk vardı. Dışsal olmak zorunda değil ki her zorunluluk hali. Size uymasa da ilkeleri zorlayabilir her nesneyi. Mesela bir kalem boşuna mı sürekli yazmamıza yardımcı olmak zorunda? Çünkü ilkeleri var. Kalemin ilkesi yazı yazdırmak. İlkelerini kaybedince sönüp gidiyor ve tarafımızca çöpe atılıyordu.

Bir gün çıkmaya karar verdim. Katil cinayet mahallini muhakkak ziyaret edermiş. Bu sözü hatırladım. Ayşe’yi gördüm. En olmaması gereken yerde, en olmaması gereken biçimde, en olmaması gereken zamanda. Bir erkekle el ele dolaşıyordu. İçim ürperdi. Ben haftalar sonra ilk kez çıkıyorum ve karşılaştığım tabloya bak. Neylersin ki hiçbir şey ifade etmiyordu bu durum onun için. Yanıma doğru yanaştılar. Öyle geçip gidecekler yanımdan. Ona yalnız olmadığımı ifade etmem lazım.
Telefon çalmış gibi davrandım ve kulağıma götürdüm.
- Alo, Fatma’cım nerdesin?
- Sfmdksafjdksaşgj
- Ben mi? Tutuklanan heykelin yanındayım!
Ve geçti gitti Ayşe. Duydu konuşmamı. Bıyıkaltından gülümseyerek muzip bir bakışla son buldu bu randevu.

İnsanlar bir şekilde yaşıyor. Bir kurgu yapıp, kendilerini içine atıyorlardı. Eğer yaptıkları kurgu çok küçükse, onlar da küçülüyordu. Yaptıkları kurgu çok büyükse, ağabeyden kalma pantolona girer gibi duruyor, sırıtıyorlardı. Hayatlarının bir şekilde denklemini kurmuş, yaşamaya devam ediyorlardı.
Peki ya ben? Neresindeydim bu hayatın? Heykele bakarak yemek yemeye devam ediyordum elbette ama peki ya bu ölüme yüz tutmuş, aydınlık yüzlü ve neşeli heykel, o neresindeydi hayatın? Onu bu kadar yalnızlaştıran şey hayatının koordinatını sınırlıyor, ona ölüm çizgisinde bir yaşam sunuyordu. Acaba heykel mi sundu bu hayatı, yoksa başkaları mı? Bu durumun anlaşılır kılınmasının tek yolu vardı, heykeli tutuklamışlardı. Heykeli tutuklanmış ülkenin insanları, heykelin ölümüne göz yumuyorlardı. Tıpkı Ayşe’nin yaptığı gibi.

Kulaklarımla duymasam inanmayacaktım beni eylemci sandığı için terk ettiğine. Eylemci miydim? Elbette değildim. Ta ki o zamana dek. Madem bana eylemci diyerek beni terk ediyor insanlar, o zaman onları haklı çıkarayım ki ayrılığımız perçinlensin. Heykeli öldüremeyeceksiniz diye haykırırken ben, öncekinden çok sert bir koku daha duydum, insanların gafil avlanmış vurdumduymazlığını ve kendilerini aklayan umarsızlığını. Hayatın neresinde miyim?
Sınıra en yakın yerinde. Çünkü karanlığın en koyulaştığı an, aydınlığa en yakın olduğunuz andır derdi hep annem. Anneler her zaman haklı mıdır? Elbette hayır. Sadece anneler her zaman hayal kurar!

* Ahmet Telli

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğum günü şeysi - 3 Temmuz

Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet. Yemeğini yedi. Çocukları azarladı. Karısı da payını aldı bundan. Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi. Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının. *** Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur p...

Gecenin gözü

Gecenin gözü gördü, Çıkıp konuşsa, anlatsa her şeyi Senin hakkını sana, Benim hakkımı bana... Duvarlar bile daralıyordu, Sen ağlayınca. Bak şimdi nasıl da görünüyor Gökyüzü ferah ferah. Yıldızların altında gibi açık göğümüz. Koyun koyuna... Sıcacık...

Yetişkin eğitiminden yaşam boyu öğrenmeye geçiş - Bir eğitim makalesi

Eğitim, öğrenmenin sistematikleştirilmiş halidir. Öğrenmeye göre çok daha dar bir kavram olan eğitim kavramı daha gelişkin mekanizmaların kurulabilmesi için daha gelişkin bireylere ihtiyaç duyulmasından kaynaklı ortaya çıkmış bir kavramdır. İlk olarak Fransız sanayi devrimiyle somut düzlemde ele alınmaya başlanan bu gerçeklik kendisini fabrikalarda makineyi kullanmayı bilen eleman ihtiyacında göstermiştir. Makine kullanımının ve iş yönteminin öğretilmesinde karşılaşılan zorluklar, tarihin ilk burjuva devriminde öğretimi halk için sistematikleştiren yaklaşımı, yani eğitimi doğurmuştur. Sanayi devriminin öncelerinde bilgi aktarımlarını gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek adına kurulan çeşitli kurumlar(kiliseler, camiler, manastır ve medreseler vb.) faydacı özellik gütmemesinden dolayı modern eğitim kavramına tam olarak denk düşmemektedir. Bu surette eğitim; faydalar çerçevesinde sistematikleştirilmiş öğrenmelerdir diyebiliriz. Bu noktada eğitim kavramıyla yetişkin kelimeleri yan yan...