Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet.
Yemeğini yedi.
Çocukları azarladı.
Karısı da payını aldı bundan.
Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi.
Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının.
***
Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur pilavına yoğurt dökme almaya, evlerinin kenarındaki ufak soda deresinin sesi gelmemeye, Süphan dağı akıllarında bile kendilerinden uzaklaşmaya fakat buna rağmen hala üç saatlik mesafedeymiş gibi görünmeye, daye dedikleri, hatta yatalak halinden dolayı dıkım nakım ranabe de dedikleri ve uğruna oyunlar kurguladıkları ve elbette çok sevdikleri(sorma nasıl sevgi) üvey anneleri bile ayaklanmaya, rabım rabım diye söylenmeye, anneleri ise suskunlaşmaya ve cennete havale ettiği öfkeler borsasındaki tahvil ve bono kayıtlarını arttırmaya, yüzünün yarısını kaplayan kara lekenin sınır kısımları morlaşmaya, çocuklarının gözündeki dünya daha eğlencesiz ama bir o kadar da heyecanlı olmaya ve yedikleri yemeklerin artıklarını henüz atamamışken nasıl yiyeceklerini düşünmeye ve daha hesaba katılan fakat aktarılamayan pek çok olay örgüsü ve ihtimal gerçekleşmeye başlamıştı.
***
Acaba bugün yine nasıl bir iş çıkaracak başımıza şu muhtar diye söylenirken kimsenin tepki vermediğini geç de olsa güç şekilde farkeden Mehmet aslında söylediklerini hiç söylemediğini ve dahası hiç söylenmeyen bir şeyin nasıl söylenmiş olarak sayılabileceğini, bu durumda yaşanan şeyin aslında içinden söylediği fakat dışından söylemediği şeyler olduğunu kabul ederek kendine kızdı ve bir öfkeyle haykırdı:
Acaba yine ne yumurtlayacak bu deyyus muhtar!
Sonra masada yemek yiyenleri şöyle bir kesmeye başladı. Acaba bu sefer söylemiş miydi? En sevdiği son oğlunun çapaklanan gözlerle ürkerek bakmasını, karısı olacak gudubetin meymenetsiz surata bürünmesini(gerçi bu konuda karsının hep böyle olduğunu düşünüyordu orası ayrı), oğlanlardan ortancasının bu yaz günü bile akan burnunu yemeğe karıştırmasını ve fakat bir anda sümüklenen ekmeği ısırdığı yerde bırakmasını ve son üçlerden büyük olanın ise her zamanki gibi dişlerinin arasına ekmek sıkıştırmaya çalışırken bir anda dişlerinin arasındaki ekmekle yarıda kalan ve gittikçe korkuya dönüşen yarım sırıtışını görünce kesin olarak ikna oldu sözlerinin işitildiğine.
***
+Etme muhtar, bunları da mı yazıcaz nüfusa? Hiç mi sözümüz geçmez oldu devletümüze? 11 tanesini, hatta kızları bile kaydettim. Bunları da isteme benden. Bırak biraz daha büyüsünler bari.
+Yahu Fakı, çocuklarını askere almayacağız, bu mevsim hayatta kalan bir tek senin çocuklar oldu. Bunları kayda geçeceğiz diyorum sadece. Çocuklar kimlikli de büyürler merak etme. Hem bugünün yarını da var. Bu çocuklar büyüse yarın nasıl memur olacaklar, nasıl ticaret yapıp sınırdışına nasıl çıkacaklar?
+Yahu muhtar, uğraştırma beni, ben daha da devlete çocuk mocuk vermem. Çok istiyorlarsa kendileri gelsin. Hem sınırdışına kimlik mi gerek? Anladık ikna etmeye çalışıyorsun da bari mantıklı konuş. Bu devlete kimlik veriyoruz, sonra hoop askere, sonra hoop koruculuğa, sonra hop mezara, sonra hoop başka köye. Olmaz. Hepsine kimlik çıkartırsam bir tanesi kalmaz yanımda. devletümüze karşı gelmiyoruz fakat çok istiyorsa, gerçekten almak zorundaysa bu kimliği, gönder gelsinler evde yapsınlar ne yapıyorlarsa.
+Etme Memed. Bak sen Fakı adamsın. O kadar yurtdışı görmüşsün. İmamlık yapmışsın. Bu yörede sözün benden geçer akçedir. Sen böyle yaparsan kimseyi gönderemeyiz nüfusa. Sonra ileride çocuklarına miras da kalmaz hiç bir şey de kalmaz. Hem bak iki gün sonra nüfus ekibi kaymakamla kasabaya inecekmiş. Şehre gitmene de gerek yok. Hadi etme, çoluğun çocuğun geleceğiyle oynama. Sen bugün varsın yarın yoksun. Onları da düşün.
***
Ani bir kararla şuur kazanmışcasına ayaklandı gövdesiyle beraber bulunduğu yataktan ve kumayla uyuma halinden Mehmet. Köylerin boşaltıldığını haber almıştı. Madem boşaltılacaktı köyler, o zaman devletin verdiği kimlikle belki de çocuğun izini sürebilir ve çocukları kimlikli olduğu için herkes gibi Merkez'e gitme zorunluluğundan çıkarak Ege sahillerine doğru kapağı atabilirdi. Bu ihtimal onu ikna etti.
Şöyle bir göz attı karısına. Komşunun Arap kızı Halime vardı. Onu da mı alsaydı acaba giderayak diye iç geçirerek düşündü. Halime gençti. Güzeldi. Fakat babası farklı mezheptendi. Onlarda 16sından önce vermezler kızı. Hem kendisi atmışına gelmişti neredeyse. Olmaz o iş dedi. İkna etti kendini. esaslı iş değildi. Hem karısı, yani ikinci karısı, yani kuması, daha doğrusu yatalak karısının kuması, hem karısına, hem annesine, hem kendisine hem de çocuklarına çok iyi bakmıştı. Dert çekmişti. Çirkin karıydı ama vefalıydı. Herşeyden önce çalışkandı. Tamam, iki karısını ve çocuklarını alarak gitmeliydi operasyon kendi köylerine gelirse. Hem komutanla da arası iyiydi. İstediği işleri hallettirebilirdi kolaylıkla.
Çocuklara kimlik meselesi aklında netleşti. İki gün sonra gelecekmiş kaymakama müfuscular. Onlara bir uğramalı ve çocukları kaydetmeliydi.
***
Marketi kilitleyip eve geçti. Karısı küftık yapmıştı. Ulan dedi, o kadar para veriyoruz şu karıya, yine bulgur yine bulgur. Yarın gelirken et getireyim de yapsın. Bu karının et almayı akıl edeceği yok. Ellerimi yıkasam mı? Aslında satış çok yoktu. Üç defa çikolata, iki defa süt ve bir tane de lavaş satıp, Kur'an kitabına, üç günlük Yıldırım Akbulut haberlerine, Kinyas'ın anılarına el sürmüş, onları ayakaltından alıp, rafa koymuş, bahaneyle lavaşı verirken Halime'nin eline değmiş, kafasını yaslayarak yarım saat kestirdiği masaya ellerini sermiş, azıcık terleyince eliyle alnının terini silmiş, öğlenki abdestine güvenerek namazını kılmış, seccadesine eli değmiş, bahçede Nadir Ağa'yla tokalaşmış, bir kahve içmiş -orta-, çıkarken anahtarı ellemiş, kasıklarını dıştan kuyruk sokumunu içten kaşımış ve tutup çekmek ve kilitlemek suretiyle kapıyı çekmişti. Yıkmamaya karar verdi. Ne de olsa yemekten sonra akşam namazı için abdest alacaktı.
Oturdu direk sofraya. Küçüğü aldı kucağına. Gudubetin inadına adını Sultan koymak zorunda kalmıştı. Sonra ortancaya baktı. Bir bayram günü doğmuş olacak herhalde dedi, hafızasını yokladı, çkk, hatırlayamadı, büyüğüne baktı, Hıdırellez'den adını verdik galiba dedi, onun da büyüğünün adını hatırlayınca bu bilgiyi de teyitlemiş ve aldığı kararın ardındaki dini ve kültürel şuurundan gururlu bir şekilde ufaklığın kafasını okşayıp yemeğe yumuldu.
***
+Hadi bakalım çocuklar, hazırlanın. Şu üçünü giydir kadın.
Giyindiler. Çocuklar önde, baba arkada, başladılar yürümeye. Taksiye yakın bir yere gelince hepsi atladı arkaya, baba koltuğa, yarım saatlik kasaba yoluna düşmeye karar verdiler lakin hatırlaması gerekenleri aklından geçiriyor ve sıksık içinden dua okuyordu. UJzun yoldan gitmeliydi lakin karakoldan aldığı habere göre teröristler yollara mayın döşemiş olabilirlerdi. Bu karakol kolaylığı ona Kinyas'ın anısı sağlıyordu. Çok seviyordu büyük dedesini. Öldüğünde çok üzülmüştü. Onun sayesinde teröristlere karşı askerden destek alabiliyordu. Buna hep duacıydı zaten. Bir diğer yandan da Remzi vardı. Onların devletten mi terörden mi yana olduğunu düşünür dururken nihayet vardılar isimsiz kentin yorgun kasabasına. Kenarda durdurmak suretiyle arabayı, önce kendi indi ve ardından çocukları indirerek kaymakamlığa doğru yola koyuldu ve ne var ki çok yakındı kaymakamlık. Kafasında kurduğu kadar yürüyemedi ve bunun verdiği huzursuzlukla girdi içeri. Siyasete girecek Remzi'ye karşı Kinyas'ın adamlarına ikna etmeye yeminli kaymakam ayakta karşıladıktan sonra Faki'yi, nüfusçuların ve bir adet de açık saçlı sarışın genç bir kadın doktorun yer aldığı odaya girdiler.
***
+Ne zaman doğdu bunlar ağa?
-Valla şu daha bir yaşında, diğeri üç ve öbürü de dört yaşında.
+Günü yok mu?
-Nüfusa zor getirdim bir de gün mü istiyorsun? Bütün çocuklar kırıldı bir tek bizimkiler hayatta kalmış, o zaman göstermiyorsunuz devletliğinizi şimdi de utanmadan yanınızda bir de doktorla hem de bizden gün mü istiyorsunuz!
Beriki kenara çekercesine koluna girdi ve bu tarzı olmayacağını, insanları kışkırtmaması gerektiğini, seçime az zaman kala bu kadar tehlikeli işlere bulaşmaması gerektiğini ve bugünün tarihini yazması gerektiğini inceden anlatarak geri gönderdi.
+Peki ağam af buyur. Çocukların büyükten küçüğe adını ve yaşını alayım.
-En büyüğü Hızır. 4 yaşında.
-Kaç oluyor? 1986 3 Temmuz. Erkek.
+Ortancası Bayram. 3 yaşında.
-Tamam, 1985 3 Temmuz. Erkek.
+Küçüğü de Sultan. 1 yaşında.
-1989 3 Temmuz. Kız.
+Aman ha ne diyorsun, erkektir benim oğlum, ne kızı?
-Ama ağam Sultan kız ismi.
+Olsun. Erkektir benim oğlum.
-Bu durumda cinsiyet tespiti yapmamız lazım. Lütfen Sultan'ı masanın üstüne çıkarıp donunu indirin.
+Hamın doktorun yanında mı?
-Zaten o yapacak tespiti merak etmeyin. Tıpta utanma yoktur Mehmet Ağa.
+Peki.
Sultan çıkarır çıkarmaz donunu, annesinin onu evin bahçesine her götürüp işettirdiği an gelir aklına ve donu çıkarılınca başlar şarıl şarıl işemeye sevgili sarışın doktorun ön tarafına doğru. Tabi bu sırada çığlık kıyamet. Tartışmaya kapalı bir biçimde kanıtlanmıştır erkekliği Sultan'ın.
-1989 3 Temmuz. Erkek.
***
Aradan otuzbir yıl geçer. Sultan yurtdışına gider. Hızır evinde yalnızlığına, Bayram ise kimseden haber almadan sessizce çıkarak işinden yarım kalan göreivini tamamlamaya gider. Buna da doğum günün kutlu olsun derler.
Yersen.
Yemeğini yedi.
Çocukları azarladı.
Karısı da payını aldı bundan.
Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi.
Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının.
***
Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur pilavına yoğurt dökme almaya, evlerinin kenarındaki ufak soda deresinin sesi gelmemeye, Süphan dağı akıllarında bile kendilerinden uzaklaşmaya fakat buna rağmen hala üç saatlik mesafedeymiş gibi görünmeye, daye dedikleri, hatta yatalak halinden dolayı dıkım nakım ranabe de dedikleri ve uğruna oyunlar kurguladıkları ve elbette çok sevdikleri(sorma nasıl sevgi) üvey anneleri bile ayaklanmaya, rabım rabım diye söylenmeye, anneleri ise suskunlaşmaya ve cennete havale ettiği öfkeler borsasındaki tahvil ve bono kayıtlarını arttırmaya, yüzünün yarısını kaplayan kara lekenin sınır kısımları morlaşmaya, çocuklarının gözündeki dünya daha eğlencesiz ama bir o kadar da heyecanlı olmaya ve yedikleri yemeklerin artıklarını henüz atamamışken nasıl yiyeceklerini düşünmeye ve daha hesaba katılan fakat aktarılamayan pek çok olay örgüsü ve ihtimal gerçekleşmeye başlamıştı.
***
Acaba bugün yine nasıl bir iş çıkaracak başımıza şu muhtar diye söylenirken kimsenin tepki vermediğini geç de olsa güç şekilde farkeden Mehmet aslında söylediklerini hiç söylemediğini ve dahası hiç söylenmeyen bir şeyin nasıl söylenmiş olarak sayılabileceğini, bu durumda yaşanan şeyin aslında içinden söylediği fakat dışından söylemediği şeyler olduğunu kabul ederek kendine kızdı ve bir öfkeyle haykırdı:
Acaba yine ne yumurtlayacak bu deyyus muhtar!
Sonra masada yemek yiyenleri şöyle bir kesmeye başladı. Acaba bu sefer söylemiş miydi? En sevdiği son oğlunun çapaklanan gözlerle ürkerek bakmasını, karısı olacak gudubetin meymenetsiz surata bürünmesini(gerçi bu konuda karsının hep böyle olduğunu düşünüyordu orası ayrı), oğlanlardan ortancasının bu yaz günü bile akan burnunu yemeğe karıştırmasını ve fakat bir anda sümüklenen ekmeği ısırdığı yerde bırakmasını ve son üçlerden büyük olanın ise her zamanki gibi dişlerinin arasına ekmek sıkıştırmaya çalışırken bir anda dişlerinin arasındaki ekmekle yarıda kalan ve gittikçe korkuya dönüşen yarım sırıtışını görünce kesin olarak ikna oldu sözlerinin işitildiğine.
***
+Etme muhtar, bunları da mı yazıcaz nüfusa? Hiç mi sözümüz geçmez oldu devletümüze? 11 tanesini, hatta kızları bile kaydettim. Bunları da isteme benden. Bırak biraz daha büyüsünler bari.
+Yahu Fakı, çocuklarını askere almayacağız, bu mevsim hayatta kalan bir tek senin çocuklar oldu. Bunları kayda geçeceğiz diyorum sadece. Çocuklar kimlikli de büyürler merak etme. Hem bugünün yarını da var. Bu çocuklar büyüse yarın nasıl memur olacaklar, nasıl ticaret yapıp sınırdışına nasıl çıkacaklar?
+Yahu muhtar, uğraştırma beni, ben daha da devlete çocuk mocuk vermem. Çok istiyorlarsa kendileri gelsin. Hem sınırdışına kimlik mi gerek? Anladık ikna etmeye çalışıyorsun da bari mantıklı konuş. Bu devlete kimlik veriyoruz, sonra hoop askere, sonra hoop koruculuğa, sonra hop mezara, sonra hoop başka köye. Olmaz. Hepsine kimlik çıkartırsam bir tanesi kalmaz yanımda. devletümüze karşı gelmiyoruz fakat çok istiyorsa, gerçekten almak zorundaysa bu kimliği, gönder gelsinler evde yapsınlar ne yapıyorlarsa.
+Etme Memed. Bak sen Fakı adamsın. O kadar yurtdışı görmüşsün. İmamlık yapmışsın. Bu yörede sözün benden geçer akçedir. Sen böyle yaparsan kimseyi gönderemeyiz nüfusa. Sonra ileride çocuklarına miras da kalmaz hiç bir şey de kalmaz. Hem bak iki gün sonra nüfus ekibi kaymakamla kasabaya inecekmiş. Şehre gitmene de gerek yok. Hadi etme, çoluğun çocuğun geleceğiyle oynama. Sen bugün varsın yarın yoksun. Onları da düşün.
***
Ani bir kararla şuur kazanmışcasına ayaklandı gövdesiyle beraber bulunduğu yataktan ve kumayla uyuma halinden Mehmet. Köylerin boşaltıldığını haber almıştı. Madem boşaltılacaktı köyler, o zaman devletin verdiği kimlikle belki de çocuğun izini sürebilir ve çocukları kimlikli olduğu için herkes gibi Merkez'e gitme zorunluluğundan çıkarak Ege sahillerine doğru kapağı atabilirdi. Bu ihtimal onu ikna etti.
Şöyle bir göz attı karısına. Komşunun Arap kızı Halime vardı. Onu da mı alsaydı acaba giderayak diye iç geçirerek düşündü. Halime gençti. Güzeldi. Fakat babası farklı mezheptendi. Onlarda 16sından önce vermezler kızı. Hem kendisi atmışına gelmişti neredeyse. Olmaz o iş dedi. İkna etti kendini. esaslı iş değildi. Hem karısı, yani ikinci karısı, yani kuması, daha doğrusu yatalak karısının kuması, hem karısına, hem annesine, hem kendisine hem de çocuklarına çok iyi bakmıştı. Dert çekmişti. Çirkin karıydı ama vefalıydı. Herşeyden önce çalışkandı. Tamam, iki karısını ve çocuklarını alarak gitmeliydi operasyon kendi köylerine gelirse. Hem komutanla da arası iyiydi. İstediği işleri hallettirebilirdi kolaylıkla.
Çocuklara kimlik meselesi aklında netleşti. İki gün sonra gelecekmiş kaymakama müfuscular. Onlara bir uğramalı ve çocukları kaydetmeliydi.
***
Marketi kilitleyip eve geçti. Karısı küftık yapmıştı. Ulan dedi, o kadar para veriyoruz şu karıya, yine bulgur yine bulgur. Yarın gelirken et getireyim de yapsın. Bu karının et almayı akıl edeceği yok. Ellerimi yıkasam mı? Aslında satış çok yoktu. Üç defa çikolata, iki defa süt ve bir tane de lavaş satıp, Kur'an kitabına, üç günlük Yıldırım Akbulut haberlerine, Kinyas'ın anılarına el sürmüş, onları ayakaltından alıp, rafa koymuş, bahaneyle lavaşı verirken Halime'nin eline değmiş, kafasını yaslayarak yarım saat kestirdiği masaya ellerini sermiş, azıcık terleyince eliyle alnının terini silmiş, öğlenki abdestine güvenerek namazını kılmış, seccadesine eli değmiş, bahçede Nadir Ağa'yla tokalaşmış, bir kahve içmiş -orta-, çıkarken anahtarı ellemiş, kasıklarını dıştan kuyruk sokumunu içten kaşımış ve tutup çekmek ve kilitlemek suretiyle kapıyı çekmişti. Yıkmamaya karar verdi. Ne de olsa yemekten sonra akşam namazı için abdest alacaktı.
Oturdu direk sofraya. Küçüğü aldı kucağına. Gudubetin inadına adını Sultan koymak zorunda kalmıştı. Sonra ortancaya baktı. Bir bayram günü doğmuş olacak herhalde dedi, hafızasını yokladı, çkk, hatırlayamadı, büyüğüne baktı, Hıdırellez'den adını verdik galiba dedi, onun da büyüğünün adını hatırlayınca bu bilgiyi de teyitlemiş ve aldığı kararın ardındaki dini ve kültürel şuurundan gururlu bir şekilde ufaklığın kafasını okşayıp yemeğe yumuldu.
***
+Hadi bakalım çocuklar, hazırlanın. Şu üçünü giydir kadın.
Giyindiler. Çocuklar önde, baba arkada, başladılar yürümeye. Taksiye yakın bir yere gelince hepsi atladı arkaya, baba koltuğa, yarım saatlik kasaba yoluna düşmeye karar verdiler lakin hatırlaması gerekenleri aklından geçiriyor ve sıksık içinden dua okuyordu. UJzun yoldan gitmeliydi lakin karakoldan aldığı habere göre teröristler yollara mayın döşemiş olabilirlerdi. Bu karakol kolaylığı ona Kinyas'ın anısı sağlıyordu. Çok seviyordu büyük dedesini. Öldüğünde çok üzülmüştü. Onun sayesinde teröristlere karşı askerden destek alabiliyordu. Buna hep duacıydı zaten. Bir diğer yandan da Remzi vardı. Onların devletten mi terörden mi yana olduğunu düşünür dururken nihayet vardılar isimsiz kentin yorgun kasabasına. Kenarda durdurmak suretiyle arabayı, önce kendi indi ve ardından çocukları indirerek kaymakamlığa doğru yola koyuldu ve ne var ki çok yakındı kaymakamlık. Kafasında kurduğu kadar yürüyemedi ve bunun verdiği huzursuzlukla girdi içeri. Siyasete girecek Remzi'ye karşı Kinyas'ın adamlarına ikna etmeye yeminli kaymakam ayakta karşıladıktan sonra Faki'yi, nüfusçuların ve bir adet de açık saçlı sarışın genç bir kadın doktorun yer aldığı odaya girdiler.
***
+Ne zaman doğdu bunlar ağa?
-Valla şu daha bir yaşında, diğeri üç ve öbürü de dört yaşında.
+Günü yok mu?
-Nüfusa zor getirdim bir de gün mü istiyorsun? Bütün çocuklar kırıldı bir tek bizimkiler hayatta kalmış, o zaman göstermiyorsunuz devletliğinizi şimdi de utanmadan yanınızda bir de doktorla hem de bizden gün mü istiyorsunuz!
Beriki kenara çekercesine koluna girdi ve bu tarzı olmayacağını, insanları kışkırtmaması gerektiğini, seçime az zaman kala bu kadar tehlikeli işlere bulaşmaması gerektiğini ve bugünün tarihini yazması gerektiğini inceden anlatarak geri gönderdi.
+Peki ağam af buyur. Çocukların büyükten küçüğe adını ve yaşını alayım.
-En büyüğü Hızır. 4 yaşında.
-Kaç oluyor? 1986 3 Temmuz. Erkek.
+Ortancası Bayram. 3 yaşında.
-Tamam, 1985 3 Temmuz. Erkek.
+Küçüğü de Sultan. 1 yaşında.
-1989 3 Temmuz. Kız.
+Aman ha ne diyorsun, erkektir benim oğlum, ne kızı?
-Ama ağam Sultan kız ismi.
+Olsun. Erkektir benim oğlum.
-Bu durumda cinsiyet tespiti yapmamız lazım. Lütfen Sultan'ı masanın üstüne çıkarıp donunu indirin.
+Hamın doktorun yanında mı?
-Zaten o yapacak tespiti merak etmeyin. Tıpta utanma yoktur Mehmet Ağa.
+Peki.
Sultan çıkarır çıkarmaz donunu, annesinin onu evin bahçesine her götürüp işettirdiği an gelir aklına ve donu çıkarılınca başlar şarıl şarıl işemeye sevgili sarışın doktorun ön tarafına doğru. Tabi bu sırada çığlık kıyamet. Tartışmaya kapalı bir biçimde kanıtlanmıştır erkekliği Sultan'ın.
-1989 3 Temmuz. Erkek.
***
Aradan otuzbir yıl geçer. Sultan yurtdışına gider. Hızır evinde yalnızlığına, Bayram ise kimseden haber almadan sessizce çıkarak işinden yarım kalan göreivini tamamlamaya gider. Buna da doğum günün kutlu olsun derler.
Yersen.
ulan ipne bana niye giydirdin :)) hayal gücünün siniri yok yazmaya devam...
YanıtlaSilOlur öyle abi çok da şeyapmaya gerek yok :)
SilVay be, üçünüz de böylece 3 Temmuz doğumlu mu görünüyorsunuz, iyi hikayeymiş :)
YanıtlaSilTebrikler, devamını bekliyoruz.
Yahu ne olur şu yorum olayında adınızı yazmayı unutmayın, al şimdi, sen kimsin?
SilSultan: hâlâ çok iyi nisanciyimdir.
YanıtlaSilAdam yurtdışından yazıyor yaw. Yine isabet yine isabet.
Sil