Ana içeriğe atla

Kayboluş

İnsanı bir garip hüzün sarıyor. Hiç bir şeye hayranlık duyumsayamadığını fark ediyorsun. Her şey insan yapımı. Doğal olanlar da zaten varlar. Hiç bir şeyin seni şaşırtmadığını fark ediyorsun. Bir oyun, yeni bir icat, teori, buluş, şiir, roman, yere düşen yaprak, sararmış bir sonbahar, günlük güneşlik bir yaz, bisiklet sürmeyi öğrenen bir çocuk, eylemci döven polis, korkan iktidar yetkilileri, sokağın her yanını tutmuş siviller, bir kaç lüks için kapatılmış bir yol, sıra beklemek, işe gitmek, yeni şeyler öğrenmek, birileriyle sohbet etmek ve aklınıza ne gelirse. O zaman sizin hüznünüz her şeyden kıymetlidir. Öfkenizden bile. Üzülürsünüz. Kendinize. En çok da kendinize. Hiç bir şey yerinizden kalkmaya itemez sizi. Oblomovlaşır, Özal'laşırsınız. Ansızın dinlediğiniz bir şarkıyı ne kadar sevdiğinizi düşünürsünüz. Tekrar dinlersiniz. Tekrar. Tekrar. Sonu gelmeyen tekrarlar, o şarkıyı sığınaklaştırdığınız gerçeğini suratınıza vurur. Canınız yanar.
Kaçmak için aynı şarkının ırzına geçeriz. Hayranlık duyduğumuzu zannettiğimiz şeyin aslında bizi hayattan koparıp aldığını bilerek yaparız. Çünkü hiç bir şey etkileyemiyordur bizi. Hiç bir şey.
Bir duyabilsem ayağının tınısını. Bir hissetsem bir yerlerde hala benimle ilgili bir şeyler düşündüğünü. Belki, belki de bir şeyler değişebilirdi. Fakat artık tüm biriktirdiklerimi kaybediyorum. Bir kayboluşa razı geliyorum. Bir kez daha yeniliyorum.
İçimdeki hüzün o kadar ağır ki, öfkelerimi unuttum. Artık sana karşı eskisi kadar öfkeli olmadığımı farkettim. Evet, değilim. Çünkü vazgeçiyorum. Bir vazgeçişten çok kaybediş de diyebilirsin. Hayır, aslında öfkem dimdik ayakta. Fakat biçare.
Yağmur yağdı. Ben ağlıyorum sandım. Evi su bastı, ben ağlıyorum sandım. Karşımda bir çocuk düştü. Ben ağladım sandım. Tsunami bile olsa benden sandım. Ben çıkıyor sandım. Oysa ağlamaya bile cesaretimin olmadığını farkettim. Ne çok şey farkettim değil mi. Aslında yazmak istemediğimi de farkettim. Pek çok şeyi farkettim. Mesela Aynur'un sesini aslında sevmediğimi farkettim. Ya da İvan Rebroff'un çok da büyülenecek yanı olmadığını. Tarkovski'nin derinlik adı altında aslında son derece sığ bir tinselliğin anlatısına giriştiğini, Marx'ın koşullarından ötürü öyle olduğunu, Lenin'in bilimsel katkıdan ziyade taktik bir yaklaşım geliştirdiğini, Newton'un yerçekimini bulmadığını, Kopernik'in tek esprisinin bilimi modernleştirmek olduğunu, Mustafa Kemal'in sadece iyi bir örgütçü olduğunu, Che'nin tam bir maceracı olduğunu ve aslında çok da övülecek bir yanı olmadığını, örgütlü mücadelenin bir hiç olduğunu, aşkın ise hiç olmadığını, ikili ilişkilerin benim için belirleyiciliğinin kalmadığını, hiç bir şeyin önemli olmadığını, anlaşıldığı vakit her şeyin değersiz olduğu, gizemin hiç yitip gitmemesi gerektiği, insanların ancak cehaletle mutlu olacağına varana dek düşünebilirim. Tüm birikimin, çaban, başarıların, yaptıkların, hepsi, soyut şeylerdir. Eğer onlara çok güvenerek yol yürürsen birden soyut tablo kuş ediliverir birileri tarafından.
Aslında sana mı öfkem kendime mi yoksa dünyaya mı hiç bilmiyorum. Ama öfkem hiç geçmiyor. Az önce yalan söyledim. En çok öfkeyi dürüst olmak gerekirse sen ve senin gibilere duyuyorum. Size ne kadar öfke duyarsam kendimi o kadar cezalandırıyorum. Nefes alamıyor, yürüyemiyor, yemek yiyemiyor, konuşamıyor, yaşayamıyor, hiç bir şey yapamıyorum. Öfkem her seferinde kalbimi yerinden söküp çıkaracak boyuta ulaşıyor bir şekilde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Doğum günü şeysi - 3 Temmuz

Yıllar önce, 1990 yılında, bir 1 Temmuz gününde, yolların açıldığı, karın eridiği, havanın ılıştığı ve insanların dinçleştiği bir yaz günü karısına selam vermeksizin içeri girdi Mehmet. Yemeğini yedi. Çocukları azarladı. Karısı da payını aldı bundan. Yemekleri eleştirdi. Ama ne eleştiri. Küçük çaplı sevimli bir terör estirdi. İstemeden, el alışkanlığıyla karısına da bir tane çakıverdi. Hiç sevmezdi kuyruk yağı olmayan bulgur pilavını. Kaç defa söyledi, olmayınca istemsiz şekilde vuruverdi omuzuna kadının. *** Çocuklar bunu görünce bir anda tüm şımarıklıklarını kestiler. Artık onlar için zaman daha ağır akmaya, kuşlar ötmemeye, kuzular melememeye, kar altındaki topraktan başını çıkaran yılanlar toprağın altına geri dönmeye, yerdeki halıların desenleri dans etmeye, gözleri cansızlanmaya, babaları büyümeye, bir önceki gün marketten çaldıkları bisküvileri süte kırarak gizli gizli yeme fikirleri iyiden iyiye kaybolmaya ve bu fikrin yerini annelerinin yaptıkları kuyruk yağsız bulgur p...

Gecenin gözü

Gecenin gözü gördü, Çıkıp konuşsa, anlatsa her şeyi Senin hakkını sana, Benim hakkımı bana... Duvarlar bile daralıyordu, Sen ağlayınca. Bak şimdi nasıl da görünüyor Gökyüzü ferah ferah. Yıldızların altında gibi açık göğümüz. Koyun koyuna... Sıcacık...

Yetişkin eğitiminden yaşam boyu öğrenmeye geçiş - Bir eğitim makalesi

Eğitim, öğrenmenin sistematikleştirilmiş halidir. Öğrenmeye göre çok daha dar bir kavram olan eğitim kavramı daha gelişkin mekanizmaların kurulabilmesi için daha gelişkin bireylere ihtiyaç duyulmasından kaynaklı ortaya çıkmış bir kavramdır. İlk olarak Fransız sanayi devrimiyle somut düzlemde ele alınmaya başlanan bu gerçeklik kendisini fabrikalarda makineyi kullanmayı bilen eleman ihtiyacında göstermiştir. Makine kullanımının ve iş yönteminin öğretilmesinde karşılaşılan zorluklar, tarihin ilk burjuva devriminde öğretimi halk için sistematikleştiren yaklaşımı, yani eğitimi doğurmuştur. Sanayi devriminin öncelerinde bilgi aktarımlarını gerçekleştirecek kadroları yetiştirmek adına kurulan çeşitli kurumlar(kiliseler, camiler, manastır ve medreseler vb.) faydacı özellik gütmemesinden dolayı modern eğitim kavramına tam olarak denk düşmemektedir. Bu surette eğitim; faydalar çerçevesinde sistematikleştirilmiş öğrenmelerdir diyebiliriz. Bu noktada eğitim kavramıyla yetişkin kelimeleri yan yan...